29 Eylül 2010 Çarşamba

Ayhan Şahenk'e Akıyoruz Kırmızı Kırmızı!!!

    




      Sezonu Avrupa beklentisi olmadan açan bir takımdık. Aslında yönetimin çabaları ve Oktay Mahmudi'nin sözleri sonrası bir beklenti içine girmiştik.  Basketbolda Avrupa ligi ve Kupasında kura çekimleri olduğu gün ise bu beklentilerimiz bitti. Bu sene ligde yer kapma, önümüzdeki sezon için şampiyonluk hesaplarını güçlendirme yılı olarak görüyorduk. Bunun içinde en büyük beklentilerimiz karakterli basketbolcularımız, Oktay Mahmudi'nin takıma verebilecekleri ve tabii ki büyük GS taraftarı idi. 

      Ben bir GS taraftarıyım. Sizden çok değil ama az da değil. Oyuncuların ve Hocanın yapbilecekleri konusunda beklentim olur ama taraftar konusunda beklentilerim dışında yapabileceklerim de var.  Geçen seneki süper taraftarın üzerine biraz daha taraftar ekleyebilmek adına çalışma yapabilirim  ve bunun bir parçası olabilirim. Ben de bunu yaptım. Çevremdeki herkesi GS maçlarına davet ettim. Kombinelerimiz çıktığında herkesin o kombinelerden alması için bilgi verdim, bir nevi lansmanını yaptım. Ama Galatasaray Sözlük ile GSbasket.org'un  çok daha güzel bir çalışması başladı. GS'ın internet ve sosyal hayattaki platformlarını, GS'ımızın avrupa için henüz sezonun başında en önemli maçına gelmesi için birleşmeye ve Ayhan Şahenk'e akma davetini bu yüzden büyük bir sevinç ve heyecanla kabul ettim, sarıldım.

      GS spor klübünün her branşında hedef, tabii ki şampiyonluktur. Ama bizim aşkımız şampiyonluklarda değildir. Bunu bir çok kez ispat ettik tribünlerde. En tazesi geçen sene yaşandı. Bırakın şampiyonluğu, küme düşmek üzere olan takıma, Büyük GS'lı Cem Akdağ ve talebelerine sarıldık. Ligdeki tüm takımların seyirci ortalamalarının toplamından daha fazla bir seyirci ortalaması ile salonlardaydık. 

      GS farklı bir yerdir ve bunu sizler de bilirsiniz arkadaşlar. Bu takım gücünü taraftarından alır. Taraftarda takımından. Terleri ile parkeleri ıslatan oyuncuları gördükçe tribünleri sahaya yakınlaştıran taraftar ve tribünler sahaya yakınlaştıkça, parkeleri ter içinde bırakan oyuncularımızla bir bütün olduk, engelleri aştık. Yarın da bu enegllerden birini aşacağız. Sahadaki bizlerin mücadelesi, tribündeki onların  desteği ile. Bu yüzden Galatasaray Sözlük'ün ve GS basket'in çağrısına kulak verelim, destek çıkalım. Yarın Ayhan Şahenk'e kırmızı akalım sahayı dar edelim rakibe, oyuncularımızın yanında yer alalım. GS'ın Kadınlar'da FIBA Euro Cup finalini canlı seyreden 3500 kişiden biri gibi mi olmak istiyorsun. Yoksa Orada olduğunu iddia eden ama o anları yaşayamayan 35000 kişiden biri olmak mı? Yarın gelebildiğin kadar kişiyle Kırmızı gel. O şanslı3500 kişiden biri ol. Kapıda binlerle beraber girebilmek için izdiham yarat ve şahitlik et bir şenliğe.GS basketbol şubesi için Şafak vakti geride kaldı arkadaşlar, bu maçla geleceğin Işıl Işıl olduğunu görelim, gösterelim. 

      Herkesi en Kırmızı  hali ile Ayhan Şahenk'de görmek, gelemeyenlerin o ateşi içlerinde yakmaları dileğiyle

Kırmızı ulan!!!

24 Eylül 2010 Cuma

Hayata dair Hayattan uzak...: Türkiye'de Yorumcu Gerçeği 1

Hayata dair Hayattan uzak...: Türkiye'de Yorumcu Gerçeği 1: " Türkiye'nin futbol matematiğine değinecektim aslında. Önceliğim buydu. Ama bunu anlatmadan önce Türkiye'deki yorumculara değinmenin da..."

Türkiye'de Yorumcu Gerçeği 1

      Türkiye'nin futbol matematiğine değinecektim aslında. Önceliğim buydu. Ama bunu anlatmadan önce Türkiye'deki yorumculara değinmenin daha yararlı olacağını düşünüyorum. Üç boyutlu bir filmi seyredebilmeniz için dağıttığım gözlükler olarak düşünebilirsiniz de bu konu başlığımı.

      Türkiye'de futbol yorumculuğu yapmak, dünyanın ne kolay işidir. Sokak aralarındaki kahvelerden daha büyük katkı verilmez yorumcuların anlatılarında. Mesela maçı seyrederken, yanlış pas veren adam için "yahu bu adamı nereden bulmuşlar, gel bizim mahalleye bunun gibi 60 tane futbolcu bulurum size" diyen kahve müdavimi ile Cana'yı kastederek "Bundan Bank asya'da 60 tane bulurum size" diyen Rıdvan arasında fark varmıdır sizce? Bu spesific, tat verici yorumlara birazdan döneceğim. Önceliğimiz olan "yorumcu ne yapmalıyı" açmak istiyorum.

      Öncelikle yorumculuk yapan adam, farkını belli edecek, oyunu analiz edecek. Sokaktaki adam bu yorumu duyduğunda, "bu yüzden o yorumcu, ben vatandaşım" diyebilmeli. Futbolun genel konuşamlarını değil öncelikle o anlattığı maçı yorumlayabilmeli. Mesela GS-İBB maçını yorumluyorsa  İlk olarak, GS'ın o maçta nasıl oynadığını anlatmalı bana. GS pozisyona girdiyse, rakibin hangi zaafından yararlandı bunu anlatmalı. Nerelerde zorlandığını belirtmeli. Bizim yorumcularımızın en önemli hatalarındandır. GS maçı yorumlayacak bir yourmcunun konuya girişi bellidir. Hakan Şükür yorumluyorsa, GS yönetimi diye girer konuya, Rıdvan yorumluyorsa "Şimdi Reykard.." diye başlar. Sergen gibi bir yorumcunun yorumu genelde, "ya ne işim burda yeaaa, şimdi ben bir kere böyle  kötü bir İBB görmedim daha önce" diyerek yeneni övmemek için yenileni yermeyi tercih eder. Ahmet Çakar gibileriyse tırnak içinde gene ona buna adamlık öğretir ama maçla ilgili hiç bir şey konuşmazlar.

      Bir kere maç yorumlamak için maça gitmek gerekir. Futbol maçından bahsediyorum tabii ki. Mesela basketbol maçında, kamera açısı aynı anda sahada yer alan tüm oyuncuları gösterecek şekildedir. Bu yüzden basketbol yorumculuğu yapan biri, bu işi gayet tabii ki TV'den yapabilir. Ama işin ilginç yanı bu ülkede Basketbol yorumcuları maçları maçtan yorumlar, futbol yorumcuları ise maça gitmez.

       Fahiş fiyatlarla kanallara transfer olan bu adamların işlerine karşı bu derece saygısız olması, aslında bir Türkiye dramıdır. Ülkede iş yapmadan para kazanmaya alışmış, kredi kartı memurlarının arttığı bir dönemde, yorumcusunun, emeğine saygı duymasını beklemek biraz nafile çaba olsa da büyük paralar kazandıklarından bu beklentimize devam etme saflığı içindeyiz. Rıdvan'ı ele alalım mesela. Milli maçlar dışında, Süperlig'de yorumladığı maçlar içinde, en son hangisini bilakis staddan seyredip yorumlamıştır seyredenlerine? Bizlere saygısı olmayan biridir Rıdvan. Üstelik futbol bilgisi de sınırlıyı geçtim, kahvedeki normal insan ile aynı düzeydedir. Bu yüzden de insanlar Rıdvan'ı severler. Çünkü kendileri gibi sığ düşünen birinin  sığ yorumları, onları da birer Rıdvan yapmaktadır.
 
       Tekrar ediyorum futbol hakkında yorum yapılacaksa mutlaka o yorumu yaptığınız maçı çıplak gözle seyretmek zorundasınız. Aranızda, "olurmu tv'den bir pozisyonun onlarca tekrarı var, bu yüzden Tv daha iyidir" diyenelr çıkacaktır. Ama alakası yok. Mesela maçı TV'den seyreden vasat futbol bilgili  bir sporsever GS maçı seyrettiğinde Barış Özbek için çok iyi düşünceler içine girebilir. E tabii, Barış ne zaman TV'nin kadrajına girse amiyane tabirle köpek gibi koşan bir Barış görürler. Oradan oraya atlar, zıplar, mücadele eder. İşte terini sahaya akıtan bir futbolcu (!)

      Oysaki maça giden vasat  futbol bilgili taraftar, açık alana baktığında görecektir ki top Barış Özbek'in yakınında olmadığı zamanlar Barış topu bile takip etmemekte, orta sahada eli belinde gezinmektedir. Ondan sonra maç istatistikleri geldiğinde  TV'den gördüğümüzde hep depar atan  Barış 8 Km koşmuş ama hayatım boyunca depar attığını görmediğim Xavi ve Misimoviç gibi adamlar 11-12 Km komuş olduğunu görürüz. Çünkü Xavi orta sahada pası  aldığı an, pasa kaçan arkadaşını görür, pasını atar yerinde durmaz. Hemen alan değştirir, top ayağında olan arkadaşının ona en rahat pas atabilecğei bölgeye geçer. Arkadaşı için bir pas alternatifi yaratır böylelikle. Arkadaşı o pası atarsa,  uygun birine pası atar, gene pas alacağı yere kaçar. Eğer arkadaşı ona pas atacaksa rahat olsun diye. Top rakibe geçti mi direk adamın ayaklarına kayarak girmez. Çünkü bilir ki bir orta saha oyuncusunun ilk görevi, rakip atağa kalktığında o atağı yavaşlatmaktır. Defansının yerine gelmesi için zaman kazandırır. O arada top ayağında olan rakip oyuncuyu kenar çizgiye doğru sürer. Mesela sol çzigiye sürdüyse (ki o sırada arkadaşları  pasın atılabileceği adamları kapatır) solbek ve sol açıkla adamı çzigiye sıkıştırır ve dengesiz bir pas atmasını sağlar ya da topu alır.

      İşte TV'den seyrederken bunları göremezsiniz. Bahse girerim Xavi GS'a gelse, Rıdvan, Sergen gibi yorumcuların diyecekleri bellidir. "E Xavi artık yaşlandığı için buraya geldi zaten. Adam koşmuyor.rakibe basmıyor. Barış onun yerine dinamizm getirir orta sahaya" gibi abuk sabuk mesnetsiz yorumlarda bulunurlar. Çünkü futbolu bilmiyorlar ya da böyle konuşmaları için manipüle ediliyorlar.

      Bir yorumcunun köşe yazarından farkı, tarafsız olması gerektiğidir. GS'lı, FB'li yorumcu olmaz. Çünkü bu programlar alternatifi az olan programlardır. Gazete ve internet okuyucuları, kendi yandaşı yorumcuları okuma tercihine sahiptir ama TV'lerde bu alternatif az olduğundan verilen programa göre birini seçerler. Ne yazık ki ülkemizdeki yorumcularda bir takımın yandaşı olmaları gerektiği bilinci ile hareket ederler. Rıdvan Dilmen eğer bir yorum yapacaksa, bu yorumu sırf FB'ye endexli yapma hakkını kendinde görmemeli.. Hatta mesela GS-İBB maçı hakında yorum yapıyorsa (ki orada bile FB endexli yorum yapabiliyor) GS hakkında değil, İBB hakkında da yorumunu ortaya koymalıdır. Sonuçta İBB'nin taraftarı yok gözükse de illaki nasıl oynadığını bilmek isteyen insanalrın olacağını düşünmek zorundalar.
       Ayrıca İBB'nin nasıl oynadığına dair ortaya konulacak bir durum değerlendirmesi, başta iddaaseverler olmak üzere  diğer büyük takımların taraftarlarını da ilgilendirir. Ama bizim ülkemizde yorumculuk kolay olduğundan, Misal GS-İBB maçında Baros gol kaçırır İBB kalecisi kurtarmaz. Ufuk gol yer, İskender atmaz.. Her şey büyük takımlara göre endexlidir. Bu yüzden de kahve müşterisine hitap ederler. Sonrasında da ağlamaya başlarlar "spor programları gece yarıları yayınlanıyor" diye. Oysaki bunun müsebbibi kendileridir.

      "Yorumcu gerçekleri" hakkında yazılacak çok konu başlığı var. Bunları ve yorumcuların yaptıkları dezenformasyon ile manipülasyonları ayrıca yazacağım  Bu yüzden de bu konu başlığını bir kaç bölüm halinde  yazıyorum...

23 Eylül 2010 Perşembe

Hayata dair Hayattan uzak...: GS'ın Yenilenen Kadın Basketbol Takımı

Hayata dair Hayattan uzak...: GS'ın Yenilenen Kadın Basketbol Takımı: " Galatasaray kadın basketbol takımı geçtiğimiz sezon sonrası büyük değişikliklerle yeni sezona başlıyor. Hoca değişikliğinin ardından y..."

GS'ın Yenilenen Kadın Basketbol Takımı

      Galatasaray kadın basketbol takımı geçtiğimiz sezon sonrası büyük değişikliklerle yeni sezona başlıyor. Hoca değişikliğinin ardından yabancı oyuncularımız S.Young, K. Douglas, T. Catchings, Y. Leuchanka ve Vecerova , yerli oyuncularımızdan, E. Şencebe, Y. Horasan, Nilay Yğit (Üçüde BJK'a gitti yerli oyuncularımızın) takımdan ayrıldı. yerlerine ise Yabancı olarak, taraftarın sevgilisi Prenses Seimone Augustus, Pota altı karartıcısı Sylvia Fowles, Gintare Petronyte, Doneeka Hodges, Monique Currie, ve yerli statüsünde oynayacak yabancımız M.Campell (nam-ı değer Melis Can) katıldı. Yerli oyuncu olarak ise  ligde sınırlı yerli oyuncu sepetinden Ceyda Kozluca gibi geçen sene Kocaeli'de nerdeyse 40 dakika ortalama ile oynamış güçlü ve istikrarlı bir oyuncuyu kadromuza kattık. Bunun dışında, Nihan Anaz, Melek Bilge, Gülşah Gümüşçay da yeni katılan oyuncualrımızdan oldular. Bu kadroyu  aynı zamanda milli takımımızın da hocası olan  Ceyhun Yıldızoğlu'na emanet ettik. Ceyhun Hoca'nın gençlere karşı olan özel ilgisi de dikkate alındığında bu sene yerli rotasyonumuz içinden, hiç beklemediğimiz gençlerinde çıkış yapacağını düşünmek şaşırtıcı olmayacaktır.

Yasemin ile Esra'yı farklı bir forma altında görmek garip geliyor. Görüntüde yeni transfer Ceyda


      Açıkca görüldüğü gibi, bu sene takım büyük bir değişim içinde. Yeni toplanan birbiriyle oynama alışkanlığı olmayan bu grubu, takım yapmak oldukça zor ve zaman alacak bir süreç. Bu alışma evresinde taraftar olarak takımın iyi ve kötü anlarında yanında olmalıyız. Takımın birbiryle paylaşımlarını arttırdıkça vites yükselteceğini bilmeli, esas mücadelenin  Play-Off'larda yaşanacağı akıllardan çıkmamalı.

      Ne var ki Ceyhun hocanında dediği gibi Play-Off turlarında ev sahibi avantajını elimizde tutmak istiyorsak tüm rakiplerimize karşı normal sezonda üstünlüğümüzü korumak zorundayız.

      Takımımızın bu sene Magic cupta iki maçını (birini salondan) seyrettim. Bugün oynanan BJK maçını da GSTV'ndan  izleme şansı buldum. Hazırlık evresi ve oyuncularımız ile ilgili değerlendirmemi daha sonra yapacağım. Sonuçta ilk hedefimiz 20 Ekimde FB ile oynayacağımız Cumhurbaşkanlığı kupası final maçı olacak. O zamana kadar yabancı oyuncularımızın da ivedilikle kampa katılması sağlanmalı ve ihtiyacımız olan "takım olabilme" duygusu ile oyuncuların birbirini tanıması hızlandırılmalı. Sonuçta finalde karşılaşacağımız rakibimiz, birbirini tanıyan, uzun süredir bir arada oynayan oyunculardan kurulu bir ekip.

      GS Kadın Basketbol takımı yeni bir anlayışla yeni bir sürece başlıyor. Beklentiler  bu camiada her zaman yğksektir. Umarım beklentileri karşılayacak mental ve fiziksel gelişimini tamamlamış olarak 20 Ekim'den itibaren bu takımla beraber yürüyüşümüz başlar.
Not: Takım hakkında bireysel ve genel değerlendirme yapacağım ama takımın bir kaç maçını daha seyretmekte yarar var diye düşünüyorum. Şu an için yapılacak yorumlar pek sağlıklı olmayacaktır. Ama Ceyhun Hoca'nın şimdiden  bir kaç alt yapı oyuncumuzu takıma kazandırma girişimleri içinde olmanın keyfini yaşıyoruz.

21 Eylül 2010 Salı

Evren Büker Sorunsalı

      "Evren Büker Sorunsalı". Aslında Sorunsal kelimesini kullanmayı seven biri değilim ama  durum tam olarak bu kelime ile anlatılabilir ancak.



      Bilindiği gibi Evren Büker, geçen sene "Cemal Nalga forma değişmesi" olaylarından sonra çöküntüye giren basketbol şubemizin, ayağa kalkmasını sağlayan, o takımın nerdeyse yegane yerli oyuncusu idi. Mücadelesi, savunması ve kritik anlarda denediği şutlarının yanında, içeri yaptığı penetreler ve mücadelesi, tribünler için vazgeçilmez oyuncular arasına girmesini sağlamıştı. Hemde bunu 8-9 aylık bir süreçte başarmıştı. 

      Tabii mevuu Galatasaray Basketbol şubesinde geçiyorsa, kaosa, bilinemezliğe her zaman açık olmak gerekiyor. Bu süper kadro, lig bittikten sonra herkesin beklediği ama istemediği bir şekilde dağıldı. Yabancı oyuncularımız konusunda da beklentilerimiz kalması yönündeydi ama biliyorduk, burası GS basketbol şubesi. Kalmayacaklarını biliyorduk. GS basketbol şubesi de olsa burası, Evren Büker gibi bir genci ellerinden kaçırmayacaklarından emindik (Sanırım bu da bizim toyluğumuzdan kaynaklanıyor). GS basketbol şubesi Evren'i de elinden kaçırdı.

      Rakamlara girmeyeceğim. O çok verdi, o az istedi, biz daha az verdik  gibi konulara girmeye gerek yok.. Bu mevzu da iki tarafında haklı ve haksız yanları olduğu kesin. Trafikte çok beğendiğim bir kural vardır. Mesela araba ile gidiyorsunuz, sağda park etmiş bir araba var. Gidip ona vurdunuz. Trafik experleri gelir, bakar  ve 7/8 sizi, 1/8 o park etmiş aracın sahibini suçlu bulurlar. Yani, en kesin, net olaylarda bile bir taraf suçlu, diğeri suçsuz diye bir şey yok. Bahsettiğimiz adam da 25 yaşında bir çocuk. 50'li yaşların olgunluğundaki adamların, bu çocukla görüşme yaparken, aynı olgunluğu onun da göstermesini beklememeleri lazım. Görüşmelerde bir sorun yaşandığı kesin. İki tarafında bu görüşmelerde bir sorun oluşturduğu da.

      Sonuç olarak GS, yerli oyuncu sepetinin çok dar olduğu bir branşda değerli bir oyuncusunu kaybetti. Evren  bazı arkadaşların dediği gibi parayı tercih etti, GS'a ve Trabzon'a gitti. Trabzon'da da aradığı saadeti bulamadı ve şu an boşta. İsmi GS ile de anılmaya başladı. Ve tartışmalarda başladı. Evren GS'ı para için sattı diyenlere karşı, benim gibi düşünenler arasında.

      Para için satmak,  zaten ağır bir tabir. Evren veya başka bir sporcu, bu işi para için yapmakta. Bu yüzden de daha fazla verene gitmekte bir yanlış olduğunu düşünmüyorum. Ki Evren, GS'dan ayrıldıktan sonra da GS için herhangi bir olumsuz söylemde bulunmadı. Bahsettiğimiz oyuncu ki 8 aydır GS'da olan bir oyuncu. 8 ayda ne zaman adamı sembol yaptınız, GS'lı yaptınız da GS'ı sattığında hem fikir oldunuz. Ki bu gözler GS'lılığı tartışılmaz olan Cüneyt Erden'in geçen sene ligin son maçında (Bornova Bld'nde oynuyordu) GS tribünlerinden küfürler yediğini de gördü. Eğer bir sembol olayı varsa Cüneyt kaptan, Evren'e göre sembol kere semboldür.Ama GS taraftarı o anlamda bir sahiplenme içinde yer almadı. Boş anlarında GS'ın futbol maçlarını kaçırmayan 10 numaralı formayı giyen Murat Kaya için edilen lafları da biliyorum. Yani Murat para için ya da başka bir şey için satmadı GS'ı. Peki o zaman taraftar neden sattı Murat'ı, Cüneyt'i ?

      Para söz konusuyken aklıma geldi, hemen sorayım sizlere. Bu sene temmuz ayının sonu, Milan Baros birden sakatlandı. Takımla maçlara çıkamamaya başladı. Diğer yabancıların fazla para alması, kendisinin daha az bir paraya oynadığını düşünüp, yeni sözleşme istedi. Moda deyimi ile para için GS'ı satacak konumdaydı. Tabii bu kez yönetimimiz mantıklı davrandı ve yeni sözleşme yaparak Baros'un takımımızda kalması sağlandı. Evren'den farkı, yabancı olması ve sözleşmenin yapılması sonucu GS'dan ayrılmaması.



      Gene aynı konudan gidersek, Simas Jasaitis takımımıza tekrar kazandırılması istenen yıldızların başında gelen bir basketbolcu. Oysa  Simas'ın geçen sezon Sine Büyüka'ya verdiği röportajda, "tabii ki FB daha fazla para teklif ederse orada oynarım. Bu işi para için yapıyorum" dediğini de biliyoruz. Mesela Rancik aynı röportajda, "hayır gitmem" demişti.

       GS taraftarının bir kısmı, "küçük olsun benim olsun" anlayışı içerisinde. Takımın büyüme hedefli olmasından ziyade, onların mantalitesinde olmasını istiyorlar. Tribüne veya salona gelmemeyi de bir koz olarak her an elelrinde tutuyorlar. GS taraftarı bir protesto yapacaksa bile bunun yerinin,  seslerini duyurabildikleri en önemli alan olan, stadlar ve salonlar olduğunu bilmesi gerek. GS'ı takip edip etmeyeceğim, Evren'in GS'da oynayıp oynamayacağına bağlı olmamalı. Papatya falı bakmıyoruz. GS ve ona olan sevgimizden bahsediyoruz. Bu klübün basketbol şubesinde hiç oynamadıysa 1000 basketbolcu oynamıştır. Hiç biri GS sevgimin önüne gececek kadar sevilmeye değer değildir (buradan onları sevmediğim anlamı çıkmasın).

      Evren kimilerine göre bir terbiyesizlik yaptıysa, bu terbiyesizliği GS'a değil yönetimine yapmış olabilir. Tabii o ikili görüşmelerde nelerin konuşulduğunu bilmediğimizden, yöneticilerin de ne derece haklı olduklarını bilemiyoruz (trafik örneğim unutulmasın). Eğer GS yönetimi bütün yaşananlardan sonra Evren ile tekrar masaya oturuyorsa, ortadaki belirlenen sorun, bizim düşündüğümüz kadar değil demektir. Ya da suç, Evren'de olmayabilir, ortada bir uzlaşma sağlanmış veya hatalar karşılıklı telafi edilmiş olabilir iki taraf açısından. 

      Bu arada "İn Oktay we trust" diyen arkadaşların, "Evren gelirse ben yokum" demesi, bu ilk cümleleri ile de tezat oluşturmakta. Eğer Oktay hocaya güveniyorlarsa ve bu takımın tek yetkilisi Oktay hoca ise, ona sorulmadan takıma Evren dahil edilmez. Oktay hocaya güveniyorum AMA dediğiniz an, aslında güvenmediğiniz anlamına gelir. %99 güven olmaz. Güven ya tamdır, ya hiçtir. "Ahmet'e çok güveniyorum ama kasada oturtmam"  demek Ahmet hırsız olabilir ona güvenmiyorum demek değilmidir mesela?

      Bu arada GS'ın etik değerlerini irdeleyen ve herşeyin üstünde tutan arkadaşların, Cem Akdağ'a yapılan ayıp karşısında da aynı duyarlılığı göstereceğini umuyorum. Benim gözümde, GS'ın alt yapısından yetişmemiş, GS'a gelmeden önce de bir ismi olan bir oyuncunun, para için başka klübe gitmesinde hiç bir sakınca yoktur.  GS'ın amatör branşlarında eğer gönderilmezse, başka bir takıma para için kendi gitmeyecek olan tek oyuncu Işıl Albendir. Bunun yanına, Tuğba Palazoğlunu da belki diye ekliyorum. Bunların dışında da kim nereye ne sebeple gidese gitsin şaşırmam üzülmem.



      Evren ile Emre Belözoğlunu bir tutan arkadaşlarda var :) Emre dediğiniz adam, GS'da Emre oldu. 10 sene GS'da oynadı. GS'dan gittiğinde fırsat buldukça GS'ın yönetimine laf attı. "Ölene kadar GS'lı Emre olarak kalacağım" dedi. Araba kazasında birini öldürdüğünde, GS taraftarı ona sahip çıktı ona "Katil Emre" diyenlere inat. Yıllar sonra Türkiye'ye döndüğünde, bu kez yeni gittiği klüp için, "Ben aslında  hep bu FB'yi tutuyordum" dedi. Hatta ilginç bir olay, Niang  ilk geldiğinde antrenmana kırmızı ayakkabı ile çıkınca, orta sahadan koştura koştura gitmiş "burada kırmızı ayakkabı giyilmez!!" demiş. Bu derece şirazesi kaymış adam ile GS'da hepi topu 8 ay oynamış, basketbol geçmişinde GS olmasaydı da ligde basketbolcu olarak yer alacağı kesin olan ve GS'dan ayrıldığından itibaren hiç bir zaman GS hakkında kötü bir demeci olmamış adamı aynı kefeye koyamazsınız. 
       Aslında bu, Evren'in taraftar gözünde ne kadar da sevildiğinin göstergesi. 8 aylık bir adamı sembol statüsüne bu kadar kolay yükseltilmemesi konusunda bir derstir belki de. Evren, GS'ın sembollerinden değildir. bu olmayacağı anlamına gelmez. Metin Oktay'ın bile ısrar edip Palermo'ya gittiğini unutmayalım. Geri döndüğünde gene GS kadrosunda yer aldı ve aynı Metin olarak hafızalara kazındı. Evren için de bu olmaz değil. ( yada onu sembol yapıp, 2 ayda yere batıranlardan 1 sene sonra farklı bir tutum beklemek de şaşırtıcı olmaz).

      Şunu da eklemek isterim. Sahadaki oyuncuların GS'lı olması veya olmaması beni hiç alakadar etmez. Mesela şu an kimse bana Kewell'in GS'lı olmadığına ikna edemez. Aldığı paranın hakkını vermek için mücadele eden gerçek bir sporcu kendisi. Ama taraftar şunu unutmasın. Bu adamlar GS'dan ekmek kazanıyor. Arda'sı, Sabri'si, Mustafa'sı, Kewell, Neill,  Baros'u hepsi GS'dan ekmek kazanan adamlar. Bizler ise Ekmeğimizi GS ile paylaşan insanlarız. Yani sahadaki adam hangi takımı tutmuş umurumda değil, aldığının karşılığını versin. Yoksa sensin GS'lı, benim, biziz. Bu anlamda da Evren'in aldığının karşılığını kesinlikle vereceğine eminim. Tek isteğim bu. GS'lı olmasın, gücünü  sahaya, terini zemine akıtsın.

      Sonuç olarak, GS'ın artık layık olduğu yerlere tekrar geri dönmesini, ligin zirvesine oynayan bir takım olmasını istiyorum. Karşılıklı sinerji ile olacak bir durumdur bu. GS taraftarı her sene maçlara gitmemek için kendine bir bahane yaratmakta. Lütfen artık bahane üretmeyin, takımınızın yanında yer alın. Bu takımın seyircisi ile birlik olduğunda, neler yapacağını futbolda da basketbolda da gördük. Hiç birimiz diğerinin GS'lılığını sorgulamasın. Bizim için aslolan GS. Ve GS sevgimiz, kişisel nefretlerimizin her zaman önünde yer alacaktır.

19 Eylül 2010 Pazar

Ne oldu Bülent başgaaaaannnnn

     Galatasaray zor olmasını beklediğimiz bir İzmir deplasmanından, galibiyetle dönerek çok önemli bir virajı almış durumda. Evet zor olmasını bekliyorduk. Daha önceki yazımda da  belirtmiştim zor olacağını, dönüm maçı olacağını. Bunun üstüne başka koşullarda eklenince, zorluk çok daha arttı ama bu zorlukları aşma konusunda GS'ın en büyük yardımcılarından biri de artık devredeydi. Büyük Galatasaray Taraftarı.



      Maç öncesi taraftarlar arasında yapılan kadro nerdeyse aynen sahadaydı. Tek fark bazı taraftarlar Pino yerine Elano'yu sağ tarafa koymuştu. Gene de bir çok taraftar bu 11'i sahaya sürmüştü. İşin garip yanı, GS antrenmanlarından bihaber taraftar, GS'ın sahaya çıkacağı kadroyu bilmesine rağmen, artık muhabirlikleri bile zavallı (!) noktaya gelmiş basın, sağ bek de Barış Özbek'in oynayacağı konusunda hem fikirdi. Bu yüzden de bugün gazetelerde "Serkan sürprizi" diye yazılar yazılmış durumda. Onlar için sürpriz olan bizim için olağandı. 

      Şurası gerçekki Rijkaard, herhangi bir oyuncuya karşı antipatik duruş içerisinde değil. Oynamayı hakkeden oyuncuyu, sahaya sürmeye çalışıyor. Tabii bazı oynamayı hakkeden yabancılarımız, yabancı sınırına takıldığından, oynama hakkını elde edemedi. Bunların başında Cana geliyor. GS'ın yerli rotasyonunun güçlü olmaması, şu an yerli rotasyonumuzu orta ikiliden yana kullanmamızı gerektiriyor. Ama Cana'nın sırası gelecek hatta düşündüğümüzden yakın olabilir bu durum. Çünkü dün oyuna girdiği son 15 dakikada,  topu kaptığı 4 pozisyonda da topu ileri doğru oynadı ve 4 pas da pozisyon oldu. Cana o anlamda aradığımız oyuncu olduğu izlenimini veriyor. Ayhan'ın da bu formunu devam ettirmesi durumunda GS'ımızın orta iklilisinin Cana-Ayhan şeklinde olacağını söylemek öngörü olmayacaktır sanırım.



      Ayhan demişken, hakikaten özellikle son yıllarda Ayhan'ın bu derece uzun süreli, formda olduğu zamanları pek fazla görememiştik. Ligin ilk haftasından beri oynanan 5 maçta da sahanın en iyisi olan oyuncumuz Ayhandı. Golden sonra 1 işareti yaparak Rijkaard'a koşmasının sebebi sorulmuş Rijkaard'a. Hocamızın yanıtı: "Bir kez olsun, 45 dakikada bir kere kaleye vur dedim o da vurdu" olmuş. Sanırım bir kere vurdum diyerekten koşuyordu.  Ayhan'ın sol ayağı ile attığı son golün bir nevi şampiyonluk maçımız olan 5-3 lük sivas maçında olduğunu hatırlatmakta fayda var. Artık her yerden olumlu bir gelişme çıkarmaya çalışan bizler, bunu çok çok çok olumlu olarak görmeye çalışıyoruz. 

      GS'dan bahsederken, kötü oyunun sebebinin özgüven eksikliği olduğunu belirtmiştik. Hatta bunun ile ilgili bir yazı da yazdık. Bu çok belli oluyordu. Golü attığımız an, defans skoru koruma telaşı ile geriye yaslanıyordu. Forvet aynı hatta kalsa da  o zaman orta sahada, derin ve geniş boşluklar veriyorduk. Artık bunu taktiksel disipline oturtmaya başladık. GS golü atınca, defansın reflex olarak geri çekildiğinin farkına varan Rijkaard, "madem özgüven eksikliği sebebi ile defans geri çekiliyor, o zaman gol sonrası tüm takımı geri çekeyim kontratak oynayayım" demiş sanırım. Takım  golden sonra kendi yarı sahasındaki tüm boşlukları doldurdu ve bu kez orta sahada geniş boşluklar doğmasına izin vermedi. Bu plan çerçevesinde Misimoviç oyundan alındı ve o orta sahada boşlukları doldurmak amacı ile Cana oyuna dahil edildi. Aydın ve Pino gibi hızlı oyuncularla da  skor kovalandı. Nitekim Pino sabırlı ve biraz daha paylaşımcı olsaydı maçın skoru farklı yerlere de gidebilirdi. Pino'nun öne geçtiğimiz maçlarda veya 4-3-3 oynadığımzı zamanalr etkin oalcağı belli oluyor. Aam 4-2-3-1 oynayacaksak Pino bu anlamda yetersiz kalabilir. Elano kadar bekine ve defansına yardım edemeyeceği gibi  kapalı alanlarda etkisi azalıyor. ama geniş alanı bulduğunda çok etkili bir oyuncu. Öne geçtiğimiz maçlarda bu özleliğinden faydalanmak mümkün.

      GS'ın geçen seneden en büyük farkı, artık skor korumak konusunda deneyime sahip olması. Geçen sene bir çok maçta bu sorunu yaşadık. Bir çok GS taraftarı, genç yaşta kemoterapi seansı görecek durumlara gelmişti. Bu sene ise gol attığımız an takımın sahadaki dizilişi taktiksel oalrak değişiyor. Ama artık GS'da o güven sorunu aşılmış durumda. İBB maçında tabii ki defansı ileride kurmayız çünkü İBB zaten bizi üstüne çekmeye çalışacak ama İBB maçından sonra lige verilecek ara ile birlikte, GS futbol takımı başka bir futbola yelken açacak.

      Takımın bence şu an yapması gereken  en önemli durum, sahaya yayılmayı iyi öğrenmek, defnas-orta saha-forvet hatlarının yakınlaşmasının sağlanması. Önde de oslak geride de oslak hatalrımızın beraber hareket etmesi ve oyunu daraltmasının sağlanması, oyuncuların birbirini tanıması ve pas alışverişinin hızlanması. Mustafa Sarp gibi bazı oyuncularımızın top istopunu tek hamlede sağlamayı öğrenip ikinci hamlede pas atmaya  odaklanması. Top ayağında ne kadar az kalırsa o kadar az hata yaparsın ve hatalr ne kadar yakın olursa o kadar az koşar daha az yorulursun.



      Taraftara gerçekten girmek gerekiyor bu durumlarda. Geçen hafta Büyük GS taraftarının tribünlere dönmeye başladığını söylemiştik. Takımı nasıl top oynarsa oynasın geride de olsa önde de olsa oyundan o anın keyfini almaya çalışan ve takımının arkasında itici bir güç olduğunu gösteren bir seyirciyi seyrettik Ali Samiyen tribünlerinde.Seyirci değil Taraftar vardı tribünlerde ve takımını itekledi skorun değişmesinde önemli etken oldu. Bu hafta da İzmir'de tribünleri görünce keyiflendim. Aynı tribünler İzmir'de de vardı. Özellikle 2. yarının başlamasıyla birlikte, taraftar tribünlerde takımı ittirmeye başladı. Maç sonuna kadar da maçın tadını çıkardı. GS taraftarının bu konumda olması devamlılık göstermesi, iyi oyun kadar önemlidir. Çünkü diğer takımlardan farkı budur GS tribünlerinin. Takımını ittiren bir güçtür ve bunu iyi kullanır. Hafta ortası BJK'ın, Bursa'nın,  Trabzon'un maçlarını da seyrettik. Hangisinin seyircisi takımının arkasında yer alabildi. GS taraftarı medyanın uzağında yaşasın, kendi gücünün farkında olsun. Medya desin, "en iyi taraftar çarşı, texas GFB" diye  biz biliyoruz  gücümüzü. Varsın bize kötü taraftar desinler:)

      Sahada öz güven dışında sorunlarda vardı. Sahanın kötü olması gerçekten çok ilginçdi. Göya bir  hurafe var. -Güneş almazsa, Aslantepe'de çim kötü olacak- diye:) Yahu İzmir Atatürk stadında  sahanın, güneş almayan yeri yok. Gündüz maçlarına bakın, Kapalı tribünün gölgesi sahaya hiç ulaşmaz. O zemin neden böyle bozuk? Bahane değil çözüm üretsin GSGM. 12 dev adam peşinden koşacağına işini yapsın. Üstelik daha ayıp olanı, kesilen çimler boşluklara serpiştirilmiş. Böylelikle saha kaygan halede getirilmiş oldu. Futbol cehaletini aşmış bir durum bu. Bu çim sorununa daha sonra detaylı olarak değinmek gerekiyor. 

      Zeminin kötülüğü ve Özgüven sorunu dışında bir başka sorun sakatlıklar. Ki bunu son yazımda da belirtmiştim. GS'ın yerli rotasyonu tamamı ile çökmüş durumda. Arda, Hakan, Sabri, Daha hiç oynamamış Çağlar elimizi kolumuzu bağladı. Üstelik dünkü maç sonrası umarım Serkan Kurtuluş'ta ve Ufuk'ta sıcağı sıcağına hisedilmeyen bir sorun çıkmaz. GS yönetimine önerim, sene başı kadroyu yaparken her mevkiye 3'er adam alsınlar. Sağ bek ve sol bek mevkilerindeki 2'şer adamımız sakat. Allahtan 3. adam var ama bu böyle yürümez.

      Bucaspor, yabancı transferi yaptığında Lig Tv haberlerde canlı canlı dinlediğim bir dialog vardı. Belediye başkanı "Ben FB'liyim GS'ı yenin asıl paraya o zaman kavuşacaksınız" diyordu. Buca'nın başkanı zaten, "ben FB'liyim" demişti. Bu yüzden de futbolcuların tüm alacakları maçdan önce ödendi. Sahaya motive çıkmış bir Buca'ya karşı oynadık maçımızı. İzmir'li arkadaşlar alınmasın ama Buca en yakın zamanda küme düşer umarım. 1. lige çıkacak İzmir takımının başkanı, başka bir takımın taraftarı olduğunu söyleyemez, söylememeli. Böyle şeyler söyleyip bunu da kabul eden taraftarı varsa Buca'nın, demek ki taraftarı yokmuş diye düşünürüm ve tez zamanda 3. lige kadarda yolu var derim.

       Sözlerimi, Mustafa Sarp'ın Pino'ya söylediği sözleri Bülent Uygun'a aynen yollayarak bitiriyorum:)  Ne oldu bülend başgaaaaaannnnnnnnn

17 Eylül 2010 Cuma

Yerli Oyuncu Zaafı

     Buca maçında oynamayacak oyuncularımıza bakarmısınız? Sabri, Arda, Hakan, Çağlar, M.Batdal. Bir çoğumuzun takıma bakıp yaptığı 11 de  kesinlikle Arda, Sabri ve Hakan direk yer alıyordu. Hatta bazı 11lerde Neill'in yanında Hakan oynayıp Çağlar'ı koyuyorduk o 11'e. Allahtan İnsua alındı, yoksa daha sezon başı GS futbol takımı sağ ve solbeksiz maçlara çıkacaktı.

     İşin acı yanı Rijkaard'a yüklenmeyi görev bilen bir grup taraftar ve büyük bir yazar kitlesi var. Hatta bu hafta, "maça neden Sabri ile başlamaz bu adam! Kafayı mı yemiş?" diyen insanlar, şu gelişmelerden sonra ne diyecek acaba? Rijkaard, Sabri'yi sadece 45 dakika oynattı. O da zorunlu kaldığı için yoksa oynatmayacaktı. Ama o 45 dakika, 3 hafta Sabri'siz olmaya neden oldu. Allahtan -Sabri'yi nasıl oynatmaz- diye eleştirdiler. Yoksa şimdi, "Sabri'nin sakat olduğunu bilmiyormusun!! Neden oynatıyorsun? Koca GS takımı Sabrisiz oynayamıyormu? Şimdi 3 hafta Sabri'siz kaldın 45 dakika yüzünden!!!" diye eleştirirlerdi Rijkaard'ı.Hatta Salı günü Rijkaard'ı Sabri ile başlamadığı için sorgulayan M.Demirkol  bu sabahki programda  "O zaman Sabri neden oynadı bu maçta?" dedi. Rijkaard'ın oyuncu milli takımda 2 maç üstüste oynamış olmasına rağmen sakatlanabilir diyerek oyuncuyu temkinli oynattığının, hatta  imkanı olsa oynatmak istemeyeceğinin farkında değil. Ya da farkında ama cahilliğe vuruyor durumu. 

     Tabii Sabri ilk 11'de oynamaz ise -Rijkaard, Sabri'ye gıcık oldu, onu silecek- teoriniz vardı o pertleyince yerine hemen başka bir kaos formülü üretmek durumundasınız. Sonuç olarak 1 ay oynamamış bir oyuncuyu 3 günde 163 dakika oynatırsanız, o oyuncunun kaslarına zarar verirsiniz. En basit haliyle anlatırsak, 1 hafta evde oturduktan sonra oturduğunuz koltuğun yerini değiştirseniz tüm kaslarınız ağırır. Buna halk arasında "hamlaşmışım" denir. İşte o "Ham Sabri" 2 maç üstüste oynadı. Memlekette başka sağbek olmadığından. Sonuç olarak ne oldu? Ülkenin elemelerdeki en önemli maçında da oynayamayacak Sabri. Bunun milli takım düşmanlığı ile alakası yok. Mantık ile alakası var. Belçika'ya karşı Trabzonsporlu Serkan da pek tabiiki oynayabilirdi. Ama Milli takımın başındaki hoca hayatında klüp takımı çalıştıramamış (5 haftalık FB macerası hariç) Teknik blgisi dışında bu tarz bilgileri de olmayan Oğuz Çetin olunca, herşeyi bekliyorsunuz. Sabri'nin sakatlığı 3 hafta sürecekmiş. Yani Eylül ayının sonunda Sabri sakatlığını atlatmış olur. 2 hafta kondisyon yüklemesi yapılırsa da oynamaya hazır hale gelir. Ama çok bilgili (!) Oğuz Çetin 4 Ekim'deki maç için Sabri'yi çağırır. Doktorlara baktırır, sağlam raporu alır  (ki sakatlığı geçmiş olduğundan sağlam raporu verilecektir) ve sahaya gene sürer Sabri'yi. Yok canım demeyin. Kazakistan maçında Sabri'nin oynaması da aynen böyle bir durumdu

     Arkadaşlar şu gerçek ki hocamız bu anlamda işini biliyor. Bizim, "neden bu takımda?" dediğimiz oyuncular için hoca da aynı görüşte. Rijkaard demişmidir sizce "Ayhan Barış Mustafa satılmamalı takımda kalmalı"  diye :) Görüyorsunuz, takımda en çok güvendiğimiz yerli oyuncular, patır patır sakatlıktan yıkılıyor. Ben bunu sadece sağlık heyetine bağlayamıyorum. Sabri'yi çok severim. Herkes eleştirirken bile arkasındaydım ben onun. Ama evlendi evleneli, vücudundaki direncin azaldığı da bir gerçek. Bakın Sabri, Nisan ayından beri kaç resmi maça sağlıklı çıkmış? Bence Sabri kendine iyi bakmıyor, diye düşünüyorum. İyi bakmıyor derken tabii ki Sabri'nin gece hayatı, içkisi, kumarı yok ama evlilik olayına çok kaptırmış olabilir kendini. Hakan Balta desen zaten biliniyor yaptıkları. Takımdaki en önemli oyuncu konumunda olan bu oyuncuların, bu tarz sakatlıklar ve şanssızlıklar yaşaması artık rastlantı ile açıklanamaz.

     Rijkaard takımın özellikle yerli rotasyonunun zayıflığından şikayet ediyordu. Bizlerde öyleydik ve ilk 11 e Sabri, Arda ve Hakan dışında yerli oyuncu koyamıyorduk. Kara kara diğer 2 oyuncuyu arıyorduk. Şimdi kara kara 5 oyuncu arıyoruz takımımıza.

     Kısa bir düşünsel pratik yapalım, kadro yapılanmamız için. Sağ bek de kesin bir yerli oynayacak Ali Turan veya Serkan Kurtuluş. Eğer Neill orada oynarsa o zaman iki stopere yerli oyuncu konacak. O alternatiflerde Kesinlikle biri Servet olmak üzere Gökhan Zan ve Ali Turan diğer altermatifler. Sol beke İnsua zaten tek alternatif olarak yerleşecek. Baros forvette alternatifsiz. Kewell sol açığın alternatifsiz ismi. Kalede ise yerli oyuncu alternatifsiz. Yani bu koşullarda Ali Turan, Servet, Ufuk kesinlikle oynayacak (Ali'nin mevkisine göre sağ bek için Serkan, Stoper için Gökhan Zan alternatifi var) Sağ kanat için Elano, Pino, Serdar ve Aydın var. O bölgede yabancı oynatırsak, Misimoviç'in arkası, Ayhan ve Mustafaya kalacak eli mahkum. Ya da Cana o bölgede değerlendirilirse Sağ kanada Serdar ya da Aydın oturacak.

     Şimdi sezon başı bu orta sahadan şikayet eden Rijkaard'ı gene Ayhan, Mustafa, Barış üçlüsünden en az  2 sine muhtaç eden yönetim eleştiriyi hakketmiyormu? Bir de çıkıp "kadro iyi, artık iş hocada" demeyi görev biliyorlar.  Oysa Ayhan ve Mustafa ne kadar iyi niyetli olsalar da ikisi beraber o bölgede oynarlarsa yetersiz kalacaklar. Kadro yapılanmasının ne kadar kötü yapıldığının son 3 senedir sadece beleş yerli oyuncu almak dışında yerliye yönelinmediğinin, oysaki ligi, yerli rotasyonunun  belirlediğinin hala farkında olmayan bir yönetim ile beraber yol alıyoruz. Allah Rijkaard'ın yardımcısı olsun. Bunları anlatsa, Ayhan-Mustafa dan aldığı verimi de kaybedecek. Sussa gönül razı değil.

16 Eylül 2010 Perşembe

Galatasaray'da Güven Sorunu.

     Galatasaray bence çok önemli virajlardan birini geçti Pazartesi günü Gaziantep'e karşı. Yaklaşık 5 aydır Ali Sami Yen'de  galip gelemiyorduk. Takım Eskişehir'i yenmiş ve kara bulutları dağıtmak istiyordu. Bu öyle birden dağıtılacak bir durum değil.. Medya düzenli olarak takımın üzerine oynuyor. Herhangi bir stadın yolunu bilmeyen, hatta eline kağıt versen adını-soyadını yazamayacak adamlar, Rijkaard'ın hocalığını sorguluyor. Klüp bütün bunlara karşı sessiz. Mikrofonu gördü mü her konuda konuşmayı görev bilen başkanımız bu anlamda takımın üzerine  kol kanat germekten ziyade, kendini kurtarma çabaları içerisinde. Bu da takımda dağınıklığı iyicene ortaya koymuş.



     Şuna inanıyorum ki takımdaki oyuncular arasında bir çoğu, basının etkisinde kalarak Rijkaard'ın teknik bilgisini sorgular hale gelmişti. Sahada ona verilen talimatları yapmak yerine kendi bildiğini okumakta ısrar ediyorlardı. Şu an ise artık kazın ayağının öyle olmayacağının farkına varmak üzereler. Çünkü bu tarz düşünecek herhangi bir Türk oyuncunun yerine oynayabilecek yabancı oyuncu, kadroda bulunuyor. Bu saatten sonra oyuncular, ya hocanın dediğini yapacak ya da  tribünde kendilerine ayırılmış yerden maçları takip edecekler. 

     İşte bu ruh hali ile takım sahaya çıktı. Isınma turlarında üzerlerinde Metin Oktay'ı taşıyorlardı. Umarım onun ruhuda üzerlerine sirayet etmiştir diyerek bekledik oyuncularımızı. Milli maça verilen ara, taraftarı da futbola susatmıştı. Herkes GS'ı özlemiş bu çok belli oluyordu. 

     Futbolcular ısınmaya çıktığında, Eski Açık tribün çok güzel bir şey yaptı ve tribüne önce yerli oyuncularımızı çağırdı. Kalecilerimiz Ufuk ve Aykut çağırıldıktan sonra, oyuncularımız sahaya çıktığında önce Kaptan Ayhan çağırıldı. Ardından Sabri çağırıldı ama o daha gelmemişti Samiyen'in çimlerine. Servet ve Mustafa çağırıldı sırası ile  ondan sonra ise tribünde resmen gök gürledi. Harry Kewell sesleri ile ve büyücü tribünlere geldi formayı öptü, taraftarı alkışladı. Hemen sonra ise çağırılan Kral Baros aynı jestleri yaptı tribüne. Tabiiki Lucas Neill de hemen arkasından çağırıldı. Elano farklı bir ezgi ile tribüne çağırıldı ama Elano üzerine alınmadı. Alıştığı ezgi dışında  bir ezgi, kabul etmiyordu demek ki :) Onun alıştığı ezgi ile Elano tribüne çağırıldıktan sonra ise sıra yeni transferlerimize gelmişti. Önce Misimoviç tribünlere geldi. Neill'dan aldığı yumruk gösterme dersini tam idrak edememişti. Elano'nun ilk geldiğinde yaptığına benzer bir yumruk sallama idi onunki. Sanki laterna çalarkan kolu döndürüyormuş gibiydi. İnsua ise tribünler çağırıldığı gibi koştu ve gayette düzgün bir yumruk ile ben Arjantin çocuğuyum bilirim bu olayları der gibiydi tribüne.

     Bütün bu yumruk showları arasında sadece bir oyuncu tribüne çağırılmadı, Ali Turan. Unutkanlık olduğunu düşünmek istesemde bunu yakıştıramadım Eski Açığa. Hatta ben Emre Güngör'ün de tribüne çağırılmasını bekledim. Bizim taraftarımızın farklı olduğunu göstermek ve bizden ayrılan oyuncularımızı gene de onore etmek gerektiğine inanıyorum. Üstelik bunun iyi yanı oyuncunun bize karşı içinde yarattığı aşırı motivasyonu da yok edersin.Bu arada maç öncesi takımlar orta yuvarlakta toplandı ve Karabüksporun yardımcı Antrenörünün zamansız ve talihsiz ölümü için bir dakikalık saygı duruşuna davet edildi tribünler. Kendisine Allahtan rahmet yakınalrına baş sağlığı diliyorum. Ama canımı sıkan durum, Metin Oktay'ında ölümünün yıldönümü idi. Camiamız için önemli bir simge olan Metin Oktay'ın ismininde anılması gerekirdi bence tribünler saygı duruşuna davet edilirken. Ama bu yapılmadı. Parçalı forma ile çıkamama hatasından sonra bu da başka bir hataydı. Ki tribünler Metin Oktay için süslenmişti onu anıyorduk.



    Maça gelirsek, maç dengede başladı. Ali Turan, tribün tarafından çağırılmamasının  etkisi ile aşırı hırslı başladı maça, hatta verkaç yapıp bir pozisyonda sıfıra kadar indi. Ondan sonra ise reklam panolarından çıkardı hırsını. Ama ne yazıkki Ali çok şanssız. Çünkü artık GS tribünlerinde futbolcusuna sahip çıkanlar değil FM/CM nin şampiyonlar ligi şampiyonu olan hocaları oturuyor. Bahse girerim o adamlara sorsanız Ochoa diye ne olduğu belli olmayan bir kaleci  süper kalecidir. Ama Ali turan onların beklentilerine karşılık vermez. Nitekim Ali ilk hatasında, yuhlama benzeri bir tepki ile karşılandı.. 20 saniye sonra Neill daha büyük bir hata yaptığında ise bu kez o tribünlerden herhangi bir tepki yoktu. Adamına göre mumale yani. Bu tribünler zamanında 300 gol kaçıran Hakan Şükür'ü, verdiği destekle gene de gol kralı yapmıştı. Basının ve rakiplerin gazı ile değil, sahada gördükleri ile takımının arkasındaydı. Allah biliyor ya o takımların hepsi de bize karşılığını bol bol verdi. Ali Turan'a bu anlamda destek olunması yanlısıyım. Tabii ki o bölgenin ilk adamı her zaman Sabridir ama Ali Turan da ülkeye rest çekip GS'a gelmiş 7 ay topa dokunmamış bir futbolcumuz. Ki Sabri'nin 3 hafta daha oynamayacağını düşününce bu elzem artık.

      Diğer futbolcularımıza gelirsek. Tabii ki maçın en hırslı adamları olarak göze ilk batanlar Kewell, Ayhan, Mustafa ve İnsua idi. İnsua'yı GS taraftarının çok çabuk seveceğine inanıyorum. Pire gibi savunmada nerede duracağını biliyor ve sık sık sıfıra kadar inecek şekilde ileri çıkıyor. Bence Arda ile süper ikili olacaklar sol kanadımızda.
     
     Ayhan ve Mustafa seveni az futbolcularımızdandır. Ama GS'da büyük bir boşluğu doldurmaya çalışan yalnız ikiliyi oynuyor bu adamlar..Misimoviç topsuz oyunda  oldukça başarılı bir oyuncu. Hep boşa kaçtı pas istedi pas attı. Arkadaşları daha pası neresine istediğinin farkına varamadığı için top kayıpları da çok oldu ama takıma alışması ile bunun biteceğini biliyoruz. Ben iddia ediyorum, Misimoviç GS taraftarının yeni Hagi'si olacak. Bir kere Hagi'den daha fazla koşuyor Arda ile oynadığında bunu daha iyi göreceğiz. Gene de onun paslarını alıp kanattan akacak bir oyuncuya ihtiyac var bu oyuncu Pino olabilir rahatlıkla. Elano'nun sağ tarafta oynadığı bir oyun da arkasında kesinlikle Sabri gibi bir oyuncu olması lazım, yoksa o kanattan akacak durumda değil. Elano oynadığı sırada ise Sabri'nin sahada olmaması onun şanssızlığıydı. Baros formsuz gözüktü. Kendini göstermekten ziyade saklandı ama oyunun içinde durmaya çalıştı, mücadele etti. Kewell ise çok hırslıydı. Tribünlerin enerjisini alan ve o enerjiyi sahaya akıtan bir oyuncu Kewell. Gerçi maçta çok agersif olmasına sebep oldu bu enerji. Haklı olduğu çok pozisyon vardı ama artık Kewell gibi biri bile çileden çıkmış durumda Elyasa ve Yalçın'ın hamleleri ile. Tabii sahada "Eyyamcı Bünyamin" olduğu için de bunlar karşılıksız kaldı. Rijkaard onu oyundan alarak iyi bir hareket yaptı bence. Yoksa Arda'nın yokluğunda Kewell gibi bir sol kanat oyuncumuzu kaybedecektik

      Oyunun teknik değerlendirmesine gelirsek. İlk yarı Ali Turan, tribünler tarafından çağırılmamasının etkisi ile hırslı başladı ama Ali Turan Sağbek anlamında anadolu takımı mantalitesine sahip olduğu için ileri çıkışlarda zamanlama hataları içinde.  Elano'da sağ kanatta oynamasına rağmen, arkasındaki bek'in destek vermemesi sebebi ile etkisiz kaldı. Oyunu kanatlara yayamadığımız bir ilk yarı hissettik. Bu arada G.Antep hatları sıkıştırdı ve oyunu 30 metrede oynamaya itti. Zaten bizim genel sorunumuz, geçen senenin 7. haftasından beri devam ediyor. Ligdeki rakiplerimiz, topu oyuna sokmakta zorlanmamızın farkına vardıklarından, daha birinci bölgede bize pres yapmaya başlıyorlar. Ufuk Degaj yaparken bile Antep takımının nerdeyse tüm oyuncuları, bizim sahamızdaydı. Bu yüzden, topu oradan çıkarmakta çok zorlandık. Oyunu kanatlara da yayamadığımızdan  bu baskı arttı. Arada İnsua ve Kewell ile sol taraftan yüklenmeye başladık. Kewell'a yapılan faullü müdahalelere Bünyamin ses çıkarmayınca, Antep'li oyuncular, bunu iyi değerlendirdi.

      İkinci yarı Sabri ve Aydın oyuna girince, oyunu iki kanata da yayma imkanı bulduk özellikle Aydın gibi hızlı bir oyuncu sağ kanatta olunca, Antep savunması bu kez o kadar ileri çıkamamaya başladı ve gol bulmak için defansımız da ileri doğru hamle yapınca bu kez oyunu 40 metreye yığan biz olduk ve Antep bocalamaya başladı. Bu anlamda tribünlerde iyi destek verdi takımımıza.

     Penaltı pozisyonu ile birlikte gol geldikten sonra ise takımın özellikle defans bölgesi, kendini geri attı. Gol yememek için  savunmayı sağlama almak istediler. Aslında bu, takımın üzerinde bir baskı olduğunun, güven sorunu yaşadığımızın en büyük göstergesi. Takımın defansı kendini geri atınca ileride Pino-Aydın-Baros ve  kısmen Misimoviç'in ileride kalması ile orta sahamızda 40-50 metrelik bir alan oluştu. Ayhan ile Mustafa bu alanı kapamak için büyük gayret sarfettiler. Zaten maçın sonuna doğru, Mustafa yorgunluktan yere yığıldı. Orta alanı bu kadar boş bıraktığımız için de rakip dalga dalga üstümüze gelmeye başladı. Bu anlamda duran toplarda ilerideki 4'lüde geriye geldiğinden ve taraftarın büyük desteği ile pozisyon verilmeden aşıldı. Topa uçan bir çok futbolcumuzu gördük bu anlarda. Tüm takım bunun mücadelesini verdi ve Ali Sami Yen tribünlerinde, 5 ay sonra bir maçtan galip gelmenin keyfi ile Nevizade sesleri yükselmeye başladı.



     Takımdaki Güven sorununa eğilmek lazım. Gerçekten GS'ın şu anki en büyük problemi bu. Eğer haftaya Buca'yı yenebilirsek bu güven sorununun aşılacağını düşünüyorum. Bizim için en kritik maça çıkacağız bu hafta sonu. Bu maçtan beklediğimiz netice ile ayrılırsak, Samiyen'de oynanacak İBB maçı ile birlikte özlenen GS'ı sahalarda görmeye başlayacağız buna eminim. 

     Bu maçta, agresifliği ile takımı ateşleyen Kewell'a, sakat sakat iğne ile takımının yanında yer alan Ayhan Akman'a, bayılacak derecede mücadele eden ama mücadeleyi bırakmayan Mustafa'ya, sık sık ileri çıkan ikinci yarı golden sonra, yalnız kalan orta sahaya da yardım eden İnsua'ya, özlediğimiz "Ayıboğan" pozisyonuna geçen hatta maçın sonlarında sağ kanattan topu sürüp atağa kalkan her yere koşan Servet'e ayrıca teşekkür ediyorum. Bir teşekkür de GS taraftarına, takımını düştüğü anlarda ayağa kaldırıp bu maçı alacakalrının mesajını futbolcularımıza  verdikleri için. Umarım Ali Turan gibi oyuncularımıza da destekleri devam eder. GS futbol takımı taraftarı ile bir bütün olan bir takımdır. Hep demiyormuyuz Onlar sahadaki biz. Biz tribündeki onlar. Öyleyse desteğe, kayıtsız şartsız desteğe devam...

13 Eylül 2010 Pazartesi

Bir Finalin Elden Gidişi ve TBF başkanı...

    Basketbol erkek milli takımımız dün yaptığı final maçını kaybederek, gümüş madalyayı almaya hak kazandı. 15 gündür bir mağarada yaşıyor olsam, bu sonuca inanamaz ve müthiş mutlu olurdum. Ama  ben 15 gündür buradayım ve turnuvayı takip ediyorum. Kimse bu sonuçla mutlu olmamı beklemesin. Zaten benim gibi düşünen 75 milyon vardı. Kapı zili çalsa oynayan. Havaya ateş etmek, Araba kornalarına basa basa EEeeeennnnn Büüyüüüüeeekkkk diye bağırmak için fırsat kollayan yurdum insanı da dün maçdan sonra çok sessizdi. bunun nedenlerini ve şu turnuvayı irdelemek gerekiyor biraz.

     Aslında neresini tutarsak tutalım elimizde kalıyor. Önce turnuvanın takvimini eleştireceğim ama tüm konular biribiri ile bağlantılı. Daha önceki yazılarımı takip edenler bilir, Turgay Demirel'in bu turnuvada Türkiye'nin başarılı oalcağına dair en ufak bir ümidi olmadığı için "biletlerden voleyi vurayım, beni tribünlerde eleştirecek türde insanların maça gelmesini engelliyeyim" gibi bir çabası en baştan belli oluyordu. Zaten Türkiye'nin şampiyon olacağını yada final oynayacağını düşünmediğinden, turnuva fixtürünü de ayarlamayı düşünmediler.

     Kimse itiraz etmesin "Turnuva fixtüründe ne var?" diye. 2006 turnuvasının fixtürüne baktım. Yarı finaller 1 eylülde. 3.lük maçı 2 Eylül'de ve Final ise 3 Eylülde yapılmış. Yani yarı finaller sonrası takımların motivasyonları için 1 gün ara verdirilmiş final için. Çeyrek finaller sonrası bir gün ara verenler, Finallerden önce o arayı çok görmüşler. Tabii ben yanlış biliyorum Çeyerk final daha önemlidir Finalden. Düğünlerde Çeyrek altın taka taka Çeyreğin daha  önemli olduğunu düşünmeye başlamış sanırım TBF başkanı. Ya da Ülke milli takımının en fazla yarı final göreceğini düşündüğünden, çeyrek finalle yarı final arası bir gün ara vermesine rağmen final bizim işimiz değil demiş ve o arayı verdirememiş fixtürde. "Zaman yokdu" da denmesin. Grup maçları esnası, bazı günler 6 maç, bazı günler 12 maç oynandı. İşte grup maçlarında fixtür sıkıştırılabilirdi. Ya da Çeyrek finaller sonrası değil de Yarı finaller sonrası verilirdi o ara.

     Bu arada 1. yarı final maçını Türkiye-Sırbistan, 2. yarı final maçını ise Amerika-Litvanya'nın oynaması gerekirken, yayıncı kuruluşumuzun sırf  daha fazla rating kazanmak uğruna, milli maçlarımızı 21:30 da oynatıp Amerika'nın bizden 4 saat daha erken yatağa girmesini sağladığını da eklemek istiyorum. Böylelikle bir gün sonraki maça hazırlanan sporcularımız, 4 te yatağa girerken, o sırada Durant'ler kim bilir kaçıncı rüyalarını görüyorlardı. 



     Biz gene Müthiş başarılı (!) TBF başkanına dönelim. Sayın başkan'ın Türkiye ile ilgili hiç bir planlaması yoktu. Dedik ya -taraftar gelmesin kötü sonuçlarda ben eleştirilmeyeyim bu yüzden parası cukkası sağlam adamları doldurayım tribüne. Onlar ses çıkarmaz ama bana da ses çıkarmazlar- anlayışı ile bilet satışını organize etti. Fakat takımımıza bir baktı, onun beklediği gibi bir durum yok. Takım iyi yolda. O zaman panik haliyle tribün gruplarına bilet verdi açıktan. Bunun sonucu Beşiktaş'ın Çarşı tribününe 500 bilet verdi. Bu adam nasıl TBF başkanı? Beni hayal kırıklığına bir kez daha uğrattı. Bu adam ligde hiç maçlara gitmiyor mu? Çarşı da o bileti alanlar hayatlarında kaç defa basket maçına gitmişler? Dahası Beşiktaş 2000 kişilik salonda bu sene 150 kişiye basket oynadı, bundan haberi yok mu? Onu geçtim, geçen sezon tüm  Türkiye'nin bildiği gibi Galatasaray seyircisinin takımına nasıl katkı verdiği bilinirken, önlerinde (ki Kupayı Turgay Demirel vermişti) FIBA Euro Cup bayanlar finalindeki gibi yaratılan atmosfer gibi bir örnekde varken, nasıl ve hangi mantıkla Çarşı'ya bu biletler verildi? Futbol ile Basketbolda tribün aktivitesi ve tezahurat biçimleri aynımıdır Sayın Demirel?

     Bütün bunlar yetmezmiş gibi turnuvanın başından itibaren başta FIBA ve Yabancı gazeteciler olmak üzere herkesin hayranlığını kaznan gönüllülerin büyük kısmının görevine son verildi final günü. Ki daha fazla bileti birilerine peşkeş çekmek için. Tabii Türk basketbolunun geleceği Demet Akalın, Uğur Dündar, Şahan Gökbakar, Deniz Seki, Emel Sayın gibi ünlülerde olduğunu benim yarım aklım nasıl bilecek. Onların Çile bülbülüm , 3 dileğim var'lı çığlıkları daha fazla etkilerdi Amerikalıları.

    Oysa yapılması gereken basit şeyler vardı. Salonun zaten bir pota arkası basına ayrılmıştı. Bir tribünün tamamını altlı üstlü VIP tribünü yapardınız bu ünlüleri de orada ağırlardınız (gerekirse fahiş bilet fiyatları ile) Ama bir pota arkası ile  TV çekiminin yapıldığı tribünün karşı tribününü altlı üstlü taraftara açardınız. Böylelikle sahaya etki eden bir tribün oluşturulabilirdi. Basketbol, seyircinin oyuna en çok etki ettiği spordur. Orada ses cümbüşü yaratırsanız, üçlük deneyen rakibin elini titretirsiniz. Ve bu enerji öncelikle alt kattan başlar. Sizler ise alt katları izole ettiniz, şakşakçı insanlarınızla ve bir ülkenin Dünya Şampiyonu olma hayallerini elinden aldınız. Şimdi sizinle bağdaşık yaşayan kişiliksiz, silik  yönetim yapısı ile NTV yayın grubu bu dereceyi başarıymış gibi insanların gözüne sokmaya çalışacak. NTV'nin silikliğini, kişiliksizliğini, Kaan Kural'ı yayına bile çıkartamayarak gösterdiğini daha önce söylemiştim. Bu eleştiriler çok fazla geldi ki bir zahmet, daha sonra 3-4 dakikalık konuşma yapmasına izin verdiniz Kaan'ın. Tabii Murat Murathanoğlu  soru sorup her pası attığında Kaan'a, "Turgay Demirel ve Tanjevic büyük iş yaptı" demeyi de ihmal etmedi. (yani psikolojik olarak susturarak  başlattı Kaan'ı). TBF'nin Onu diğer eleştiren Bilgin Gökberk'in akreditasyonunu bile iptal ettiğini ve tekrar akredite olamaması içinde elinden geleni yaptığını zaten biliyorsunuz.



     Yazılacak çok şey var ama uzun yazıların sıkıcılığını ve okunmadığını bildiğimden, olabildiğince kısa yazmaya çalışıyorum. Bir sonraki yazımda Tanjevic'in neden başarısız olduğunu, başarılı sayılamayacağını anlatacağım. Tabii oyuncularımızın da hatalarını. Bu konuda yorumlarınızı bekliyorum.

12 Eylül 2010 Pazar

Dağ Başını Duman Almış!!!

     Basketbol Erkek milli takımımızın  Dünya Kupası finalini oynayacağı bugün, spor anlamında konuşulacak başka bir konuya girmek, direk önem taşımayacaktır sanırım. Oysaki spor gündemimiz oldukça yoğundu. Barcelona'nın sistemi artık takımlar tarafından çözülüyor mu diyeneler var. Fenerbahçe için "Kocaman" lı espriler, Beşiktaş'ın 4 gollü galibiyeti, GS'da tüm yabancıların hazır hale gelmesi. Arda'nın sakatlığı ve Sırbistan maçındaki görüntüleri :)



     Gene de Gündem öncelikle Türkiye-ABD maçı olacaktır hepimiz için. Türk basketbol tarihini geçtim, Türk spor tarihi için en önemli başarıyı yaşamak için, önümüzde sayılı saatler var. Bu maçı irdelemeden önce Sırbistan maçını değerlendirmek lazım.

     Sırbistan maçında seyircimizin de desteği ile kolay kazanacağımızı düşünenlerin sayısı oldukça fazlaydı. Ki bende onların arasındaydım. Burada unuttuğumuz  bazı doneler mevcut. Öncelikle Sırp basketbolcuların bu tarz bir atmosfere hazırlıklı oldukları ve buna benzer atmosferlerde bir çok defa maç yaptıklarını biraz unuttuk gibi. Malum Partizan'ın, Kızılyıldız'ın maçlarında da  bu tarz atmosferleri sık sık görmekteyiz. Bu yüzden maçın başında şaşıracak dediğimiz Sırplar, gayet rahat gözüktüler maçın başında. Aslında rahat olmadıkları, maçın henüz 2. dakikasında Teodosic'in kendi seyircisine dönüp "bağırın" anlamında el hareketi yapmasından belliydi. Gene de bunun üstesindne gelmeyi bildiler ilk başlarda. Ama zaman geçtikçe (Anonscunun da etkisi ile) seyircinin  devam eden baskısı, Sırp basketbolcuların sinirlerinde  tahribat yaratmaya başladı.Buna göğüs gerseler de maçın sonunda, dengesiz atışlar kullanmaları,  birden fazla yaptıkları aşırı sert fauller ve Kerem sayıya giderken bıraktıkları koridor, hep bu stresin etkisi idi. 


     Kerem'in sayısından sonra kalan 0.5 saniye hepimiz için uzun saatlerdi. Hele NTV'nin o esnada reklama girmesi dahada geriyordu bünyeleri. Maçın başından itibaren, takımımız Sırpları hr yakaladığında aynı pozisyonda bekliyordum. 2 üçlük yiyince de gene normale dönüyordum. Ama Kerem'in sayıyı attığında maçın bitmediğini ne yazıkki farkettim ve bu yüzden de  sayıdan sonra geçen zamanlar, mola süresi, saatin onarılması ve o geçen 0.5 saniye süresince aynı pozisyonda durmaktan dizlerimi tahrip ettim:) 0.5 saniye kala, Sırplar topu oyuan sokarken, bizim onun önüne oyuncu koymamamızı bana anlatabilecek biri yok diye düşünüyorum. Bu tarz pozisyonları NBA maçlarında en az 100 kez gördüm. Oradaki hiç bir hocanın akıl edemediğini mi denedi Tanjevic? Bence  oraya o an için Oğuz gibi iri yarı, uzun ve topu atacağı yeri kapatabilecek bir oyuncu ile durmalı ve rahat  şekilde top oyuna sokmasını engellemeliydik. Zaten 0.5 saniye kaldığına göre topu tutma zamanı yok, direk tiklemeleri gerekiyordu. O zaman 3 sayı bölgesinde oyuncu tutmamıza da gerek yoktu. Büyük bir hata yaptı kenar yönetim ama Semih herkesi kurtardı. Yoksa bugün -o adamın önünde Sinan Oğuz gibi biri nedne konmadı- yı tartışıyor olacaktık.
     Seyirci konusunda daha önce yazdığım " Yazıklar olsun Demirel!!! Yazıklar olsun NTV!!" yazımda da belirtmiştim. Bu takım hiç geriye düşmedi. Geriye düştüğünde takıma ateş verecek seyirci yani taraftar lazımdı bu takıma. Ama anonscunun  tezahuratları olmasa, seyircinin sesi çıkmayacaktı tribünde. Tekrar diyorum "Turgay Demirel, parayı tercih etti taraftar yerine seyirciyi tribünlere çekti". En azından bir tribünün tamamı seyirciye ayrılsaydı çok iyi olurdu. Çünkü basketbol gibi sporlarda sahaya en yakın tribünlerin verdiği enerji,  her zaman çok iyi olur. Bizde ise sahaya yakın olan tribünlerin tamamı basketbol oynamış veya oynayan kişiler ve TBF'nin  yakiinlerine gitti. Üstten gelen ses ne kadar çok olsa da sahaya aynı enerjiyi veremedi. 

     Slovenya maçında Demirel federasyonu Çarşıya 500 bilet vermiş. Maç öncesi  hatta maçta Beşiktaş tezahuratlarını dinledik. Yahu Turgay Demirel, sen hangi ülkenin basketbol federasyonu başkanısın? Sen hiç gördünmü Beşiktaş seyircisini basketbol maçlarında? Bu ülkenin basketbol anlamında en iyi 1. 2. 3. seyircileri GS seyircisidir. Bunu bilmiyormusun? Ne Beşiktaş'ı ne çarşısı? Sen bu ülkenin federasyon başkanı olsan bunu bilirdin. Ama GS maçlarına gelmemek için elinden geleni yapıyorsun, bu yüzden de bilemiyorsun bunları. Bu günkü maçta da bir bilete 1500 TL veren adamlar, tribündeki yerlerini alacak. Görecez o adamları maçın kilit anlarında, heyecandan ses çıkaramadan,  elleri suratlarında seyrettikleri maçı. Gerçekten artık bu konuda diyecek bir şey yok. Sonuna geldik hayırlısı ile. Sonu da beklediğimiz gibi olsa da gene de Turgay Demirel'in gitmesi lazım Türk Basketbolundan. 

     Amerika maçına gelirsek. Amerikalı oyuncular, Sırplar gibi değil. Onları bu seyirci çok etkileyecektir. Şu an antrenmanlarında,  daha çok seyirciyi nasıl ekarte edeceklerinin planını yapıyorlardır. Büyük ihtimalle Amerika maça çok hızlı ve agresif başlayacak. Maçın başından maçı koparıp, seyirciyi susturmak isteyeceklerdir. Bunun içinde sık sık smaça başvuracaklardır. Milli takımımızın kesinlikle oyunu yavaşlatması ve ağır ağır oynaması gerekli. Dün Litvanya,  Amerika'ya uyup koş-koş basketbolu oynamak istedi ve  maça dahil olamadı. Amerikalı oyuncuların atletik olduğu artık herkesin dilinde. O zaman oyunu yavaşlatarak, onların atletik özelliklerini önemsiz kılmalıyız. Pota altında etkileri az olduğundan hücum ribauntlarını kovalamalıyız. Dripling yapmaya çalışmaktan ziyade pas kanallarını geliştirmeliyiz. Topu hep içeri atmalı oradan sayı bulmalıyız. Pota altından bulacağımız her sayı ayrıca basket faul olarak da bize geri dönebilir. 

     Maç için tahminim, İlk periyot Amerika 5-6 sayı öne geçebilir. 2. periyotta durum dengelenmeye başlasa da 3-4 sayı farkla geride gireriz. Ama 3. periyot bizim  için maçın resmen başladığı anlar olur. Öne geçeriz 3. periyot. 4. periyotta ise öne geçtiğimiz için açılan seyirci, ağırlığını sahaya koyar. Amerika, panik atışlarına başlar. Eğer bunlardan ilk bir kaçını kaçırırlarsa, "dağ başını duman almış" diyerek inletiriz tribünleri ve tüm ülkeyi.

      Bir konuya da değinmeden geçemeyeceğim. Dünya şampiyonasının sponsoru göya Beko. Beko ne üretiyor TV ve elektronik eşya. Ama Sinan Erdem Spor Salonunun oraya, bir Dev Ekran koymayı düşünmüyorlar veya beceremiyorlar. Oysa sponsor, detarjan firması olsa bile koyardı o Dev Ekranı o salonun dışına. Ve halkın takımını bağırına basmasını sağlardı. 

     Bu konu ile ilgili bir sonraki yazım, umarım Şampiyonluk ve kutlamaları ile ilgili olur.

9 Eylül 2010 Perşembe

İyi Bayramlar

     Önemli bir bayramı geçtik (30ağustos) ve Önemli bir bayrama da bugün adım atmış durumdayız. Bir rastlantımıdır bilemiyorum. Son yıllarda bu bayram için  her sene yeni polemikleri de beraberinde yaşıyoruz. Geçen sene hatırlayan arkadaşlarım olacaktır, "Şeker bayramı" denir yok "Ramazan bayramı" denir polemikleri arasında bir bayram yaşamıştık. 

     Son yıllarda Laik-Kemalist, Dinci-gerici ayrımlarını bayram kutlamalarında sıkça yaşar olduk. Geçen sene "Şeker Bayramı" kelimelerini kullananlar için Kemalist etiketini yapıştırıp, "Ramazan bayramı" diyenlere mümin denebiliyordu çok rahatlıkla. Bundan daha öncede Bayramınız mübarek olsuncularla, Bayramınız kutlu olsuncular vardı :)

     Her sene bu bayram kutlamalarına şaşırıp, bundan daha fazla şaşırmam derken yeni bir gelişme ile şaşırmaya devam ediyorum. Bu senenin moda etiketi ise hayırlı kelimesi üzerine. Normal zekaya sahip, normal bir insan, "Hayırlı Bayramlar" kelimesini kullanan insanın  dinci-gerici veya ümmetçi olduğuna dair saçma bir etiket vurabilirdi. Ama gelinen süreç ve bayram sonrası yaşanacak -kimine göre hayati- referandum olayı nedeni ile hayırlı ramazanlar kelimelerini,basit bir kelime oyunu olsa da kemalistlerin kullanması ve radikal müslümanların ve/veya hükümet yanlılarının ise bu kelimelerden sakınarak bayram kutlamalarına iştirak etmeleri, beni bir kez daha şaşırttı. Önümüzdeki sene  bu bayram için nelere şaşıracağımı merakla bekler oldum.



      Oysaki Bayramları pek sevmem. Eve gelen gidenleri karşılamak, onlarla mecburi oturuş süreçleri, ardından kahveler ve yüzeysel hayat  mücadelesi endexli konuşmalar, bana sabun köpüğü tadı vermekte. Zaten ağızlarda da o tadi bırakmakta. Sevdiklerini normal zamanlarda da ihmal etmeyen biri olarak, bayramların bende yarattığı sorun bu anlamda büyüktür. Tabii "nerde o eski bayramlar"  tadına daha gelmedim. -Bayramlar her zaman çocuklara yaratılmış olan günlerdir- gibi bir düşünce taşıyorum. Öğrencilik yıllarımda bayramları, dört gözle beklerdim. Tabii ki nedeni, okulların tatil olması idi. Ama 36 yıllık hayatımda bayramların daha önce farklı olduğuna dair hissi hiç yaşamadım. Çocukluğumdan beri aynıydı. Tek farkı, çocukken komşu ailelerin maddi durumu daha iyiydi ve bizde çocuktuk. Bu yüzden bayram harçlığımızı bir şekilde  atarlardı cebimize. Şimdilerde ise hem yaşımız büyüdüğünden o harçlığı görmüyoruz, hem de insanların maddi tasarrufları, komşu çocuklarının ceplerini doldurmak ekseninden kaymış durumda.

     Çocukluğumda yaşadığım bayramlarla, şimdiki bayramlar arasındaki en önemli fark ise, eskiden bayramlarda akrabalarına, anne-babalarına, kabir ziyaretine gidenler, şimdilerde soluğu, direk tatil yörelerinde almakta. Bu da bayram sürecinde daha az komşu daha az ziyaret anlamına gelmekte:) Bir bayram konuşmasını bundan daha fazla uzatmamak amacı ile burada kesiyorum.  Hayırlı Şeker bayramınız mübarek olsun diyorum renk vermemek adına ;)

8 Eylül 2010 Çarşamba

Hıncal Uluç

     Bugünkü konumuz Türkiye'nin  kimi için Fenomen'i, kimi için şaklabanı, cahili, kimi için ise "doğru söylüyor abi adam" ı Hıncal Uluç :)

     Hıncal Uluç denen ağabeyimiz büyük ihtimalle, asker olan babasının görevi nedeni ile teyzelerinin yanında kalması, yalnız ve aile sevgisine aç büyümüş bir çocukluk geçirmesine neden olmuş, bu yüzden de çocukluğundan itibaren ona ilgi gösterene anında sarılmayı görev bilmiştir.

     Daha reşit bile olmamışken Akrabası olan Mehmet Ali Kışlalı'nın desteği ile bir gazetenin (Yenigün olabilir adı) sporla ilgili haberlerini yapmaya başladığında henüz 17 yaşında idi. Görüldüğü gibi zor yollardan adım atmıştır gazetecilik mesleğine. Hayata FB'li olarak adım atmış, uzun süre FB'li olarak bilinse de bir FB kampını ziyaretinde kamptan kovulması sonucu FB'liliği bırakmış (e ilgiye aç adam) BJK'a yönelmiş kişidir. 19 yaşına geldiğinde GS'ın kampına yaptığı bir ziyarette Baba Güngüz Kılıç ona bir büyükmüş gibi ilgi gösterip hatta zamanın efsanesi Metin Oktay ile tanıştırıp röportaj yaptırınca (gene ilgiye açlık) GS'lı olma kararı vermiş o gün bugünde GS'lı olarak spor camiasında bilinir olmuştur.


Gençliğinde henüz TS kurulmadığından, bugünlerden bir hatıra


     Hıncal Uluç'un ilgiye aç olarak geçen çocukluğunun yarattığı izler o kadar derindir ki sonrasında bu ilgiyi hep üzerinde hissetmek amacı ile kendince bir yapı geliştirmiş ve toplumun gözünde aykırı gözüken hareketleri sahiplenme konusunda, önderlik etmiştir. Bu anlamda, toplumun ilgi göstereceği her olayda Hıncal başroldedir artık.

      83 yılında zamanının ünlü teknik direktörlerinden Tomislav İviç GS'a gelmişti. GS'a oynattığı hücum futbolu tüm spor camiasında çok eleştiriliyordu.Bunun üzerine İviç bu eleştiren gazetecileri yanına çağırmıştı. Oynattığı oyunu anlatmak ve "bari ne oynatmak istediğimi öğrenin de ondan sonra eleştirin, boş boş eleştiri yapıyorsunuz" sözleri üzerine bir çok gazeteci bunu boykot ederken, Doğan Koloğlu ile Hıncal Uluç bu davete katılmışlar ve İviç'den  Hücum futbolunun inceliklerini öğrenerek, dahası, futbolun bazı kilit durumlarını öğrenerek, futbola bir nev'i adım atmışlardır. Ki o gün bugün Doğan Koloğlu ve Hıncal Uluç Hücum futbolunun engin savunucuları olmuşlardır.

     Hıncal Uluç'un eleştiri yaparken kullandığı doneler bellidir. Kapalı önermeler yaparak kendni haklı çıkarır. Eğitim seviyesi düşük, türk futbol seyircisi, bu argumanlara inanmakta, senelerdir nasıl ısrar etmekte, inanılır değildir. Mesela Hıncal Uluç her an şöyle bir önerme yapabilir.  "GS yönetim kurulu Frank Rijkaard'ı göndermek istiyor ama gidin sorun -hayır yok öyle bir şey- diyeceklerdir" der. Şimdi gidip Adnan Polat'a, "Sayın Başkan, Rijkaard'ı göndermek mi istiyorsunuz?" diye sorsak, Adnan Polat "Hayır yok öyle bir şey" dese Hıncal hemen zıplar. "Ben demedimmi?" Adnan Polat dese ki " evet göndermek istiyoruz" Hıncal Uluç gene zıplayacaktır ben demedim mi Rijkaard'ı göndermek istediklerini :)

     İşte Hıncal Uluç'un bu numarasını bu ülke insanı abartısız 25 senedir yemektedir amiyane tabirle. Sık sık da arkadaş çevresinde, "Yaaa demeyeceğim demeyeceğim ama adam doğru söylüyor" diye pörtleyen arkadaşlarada şahittir bu gözler. Hıncal Uluç'un yaptığı her şeyin, ilgiye olan açlığından kaynaklandığını, insanların ilgisini üzerine çekmek üzerine kurulu bir hayatı olduğunu, unutmamak gerekiyor böyle durumlarda. Allahı var bu anlamda tam bir "yazı işleri müdürü" mantığı olan bir adamdır. Sözleri hep manşetlik sözlerdir. Numaraları çok bayattır. Bu yüzden de çevresinde, kendinden akıllı adamı barındırmaz. Asistanlarını saysak ve aralarında çirkin hiç kadının olmadığını söylesek şaşırtıcı olmayız sanırım. Ki bunların arasında Ayşe Özyılmazel ve Burcu Esmersoy'un da bulunduğunu belirtmek isterim.

     Hıncal Uluç ile tanışan müessese sahiplerinin en çok yakındığı konu ise, mesela yemek yediği bir mekanda gecenin sonunda ondan hesap istenirse, ertesi gün köşesinin yazısının içeriği belli olmuştur. -Bilmem nerede bir yemeğe gittim, gerçekten servis kötü. Yemekler desen felaket!- diye başlayan bir yazı. Ama en ücretsizinden bir gece geçirirse, ertesi günkü yazısının içeriği anında değişir. Hıncal Uluç'un hesabına gerekli parayı yatırdığın sürece, istediğin etkinliğe katılır. Hayatı kendi bencil istekleri üzerine kuruludur.

     Hıncal Uluç, hayatı boyunca, kendinden daha fazla sevemez, herhangi birini. Bu yüzden de  hayatına evlilik anlamında giren tek kadın da ondan bu sözlerle ayrılmıştır. O günden sonrada kendinden daha fazla seveceği birini bulmamıştır:

     Benim sizlerden ricam, Hıncal Uluç'u dinlerken (ki dinlememeniz daha akıllıcadır), bu mantıkla dinlenmeniz. Sözlerinin reelliğinden ziyade, kendi ilgi ihtiyaçlarını karşılama odaklı olduğunun farkına varmanızdır. Yaşlandıkça gözden düştüğünü düşünüp, daha da sertleşecektir sözleri. Haddini bilmez tutumu, tıpkı ismi gibi insanlardan resmen Hınc alma durumuna getirmiştir onu. Bu basın emekçisinin(!) görüşleri ile yalnızlaşmasını temenni ediyorum.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Galatasaray'ın Bam Bamları

     Tribün ortamını bilen hemen herkesin bildiği kelimelerdir "bam bam". Kimi tribün ağızında "lay lay" diye de tabir edilir. Bambamları hayatın her alanında görürsünüz. Aritmatik çoğunluk bulundukları tarafta olduğunda, en  yıkılmaz neferlerdir. Bambamlar bir mevzu olduğunda "hadiyin! saldıralım! yürüyün!" diyerek  insanları güdüleme anlamında yararları vardır. Bu kişiler, kitleye gaz verse de olay anında ortalarda gözükmezler. Çarpışma esnası olay mahalinde olmazlar. Gençliğimde bir çok defa farklı tribünlerle sabahlarken kapıştığım, dövüştüğüm oldu. Karşıdan gelen 100 kişilik gruba, 100 kişi saldırdığımızda, birden 30 kişi kaldığımızı çok bilirim. Mevzu sonrası ise olayın nasıl olduğunu, stadyumun oraya geldiğimde ancak öğrenebilirim. Meğersem kahramanlık destanı yazmış bireylerin, o esnada benimle beraber  dövüştüğünü bile düşündüğüm çok olmuştur. Zaten bir olayda 30 kişi isen bile, olay esnası orada olduğunu anlatan 300 kişiyi bulmak mümkündür.

Bu anlamda bambamları günümüzde 3 gruba ayırabiliriz.
1- Olay başlamadan sesi çok çıkıp, olay esnası kaybolanlar
2- Olay başladığında kaçmaya fırsat bulamayıp veya kaçarken görülürse  rezil olma ihtimali ile saldıranlar
3- Olay başladığında kaçarlarsa, karşı gruba yakalanma korkusu ile kaçamayanlar
4- Sabahlamaya bile gelmeyip kahve -meyhane köşelerinde mevzudaymış gibi anlatanlar (internet tayfası gibi)


     Bambamlar 1 kişiye 5 kişi girip bunun, delikanlılık tarihini de yazmayı ihmal etmezler. Ama tekrar diyorum mevzu esnası ortada gözükmezler. Bizler kavgaya koşarken, onların koştuğu istikamet ise sıklıkla çok farklı yerlerdir. Ne yazık ki bir kere bile aynı istikamete koşmak nasip olmamıştır bu arkadaşlarla. Mevzuya katılmak zorunda kalanları da grubun ortalarında bulunmaya çalışırlar. Arkadan saldırı olursa ihtimaline karşı.


     Bunları neden anlatıyorum? Galatasaray futbol takımının da bambamları var. Hepinizin bildiği bu bambamlarımızın  iki bamı da farklı özellik göstermekte.

Birinci BAM: Barış-Ayhan-Mustafa
İkinci BAM: Baros-Arda-Misimoviç





Birinci Bam

     Bu BAM az önce yukarıda tarif ettiğim ilk 3  grup bambamlarla ortak özellikler taşır aslında. Barış Ayhan, Mustafa, GS orta sahasında her mevzuya koşturan futbolcularımız. Ama onlarda esas sorun, mevzunun olduğu yerde değil de farklı yerlerde koşturuyor olması, GS tribünün büyük sorunsalı olarak karşımızda durmakta. Şu gerçek, haksızlık etmeyelim. Bu 3'lü hiç bir zaman 4. gruba dahil olmazlar. Yani her zaman olay mahaline ilk gelen futbolcularımızdır fakat sorun, olay mahalinin neresi olduğu konusunda, gerçek görüntüyü yaklayamamış olmaları.


     Oyunda kan gövdeyi götürdüğü anlarda maçı staddan seyreden tüm arkadaşlarımızın ortak fikridir bunların Bam değil Bambam olduğu.  Oysaki TV başından maçı izleyen taraftar ve yorumcular için oldukça verimli olduğunu düşünenler çok olacaktır. Çünkü TV'lar  sadece topun olduğu alanı gösterir. O bölgede topa doğru yapılan yalan koşular, yalancı paslar, aldatır  o gözleri. Yerlerde kaymalar, gereksiz yerde oyuncunun peşinden koşmalar, gereksiz fauller  ve en önemlisi yerini kaybetmeler.

    
     Savaşta en önemli kural, yerini kaybetmemen gerektiğidir. Ramazan ayındayız  İslami bir savaşdan örnek vereyim. Uhut savaşında Hz. Muhammed, dar bir geçide okçuları yerleştirmişti. "Buradan ne olursa olsun ayrılmayın" dedi. Ama sonucu biliyoruz hepimiz. O okçular, -savaş kazanıldı- diye düşünüp, mevzilerini boşalttılar ve o geçitten geçen Mekkeli süvariler, Muhammed yanlılarını gafil avladı. Tek sorun o adamların yerlerini bırakması idi.

    
     İşte GS'ın ilk Bam'ını oluşturan Barış-Ayhan-Mustafa üçlüsü,  maç içinde yerlerini çok kaybediyorlar. Maç içinde, maç izliyorlar ve uzun toplarla araya atılan toplarla gelen rakip, Mekkeli süvariler gibi GS'ı avlıyor.


     Açıkcası bu 3 oyuncu arasında, Defansif anlamda orta saha oynayabilecek nitelikleri olan tek oyuncu, Ayhan Akman. Esas niteliği B2B diye tarif ettiğimiz, iki cezaalanı arası olan Ayhan, gene de  özverisi ile bu alanı kapatmaya çalışıyor ve şu an (Cana harici) o mevkiinin hakkını verebilecek tek oyuncumuz. Mustafa o bölgede oynadığı zaman, defansa çok yanaşması yüzünden, defans hattımız 5 li bir görüntüye bürünüyor. Bu esnada Mustafa,  hatta çizgiden toplar çıkartsa, stoperlerin açıklarını kapatsa da o bölgeye gereksiz geri yaslanması sonucu, stoperlerin dengesini bozduğunun farkında değil. Üstelik bu anlamsız geri yaslanması ileri  hattaki oyuncularımızla hatların kopmasına sebep olduğu gibi defanstan atılan uzun toplar, tekrar duvara çarpmış gibi bize dönebilmekte. Rakibin orta sahayı dirençsiz geçip, hücum bölgesine daha zinde girmesi de ayrı bir sorun yaratmakta.


     GS savunmasının rahat etmesi için gereken, savunma yönlü orta saha oyuncusunun tarifi: Rakibe daha orta sahayı geçmek üzereyken basacak, topu kapmaktan ziyade rakibi yavaşlatacak ve o esnada defansımızın yerine gelmesi için gerekli zamanı, takıma kazandıracak bir oyuncu. Defans yerleşimi tamamlandığı anda da  tek hamle yapmaktan ziyade, rakibi topla beraber kenara doğru sürüklemek ve açık ve/veya bek oyuncusu ile makasa alıp topu kapmak üzerine olmalı. (aynı şekilde rakibi göbekte karşılaması durumunda, rakibin arkasından  gelen Ofansif orta saha oyuncularımızın baskısı ile rakibin ayağına yapılacak baskıdır) Bunları takımda yapabilecek tek oyuncu Ayhan Akman (bu üçlü arasında) Mustafa yerini kaybetmeme özelliğini öğrenebilirse (ki 29 yaşındaki bir oyuncuya bunu anlatmaktan hicab duyacaktır Teknik kadro) bu görevi yapabilir. Barış Özbek içinse bu olay, bu genç yaşında ondan geçmiş durumda.





     Açıkcası Barış'ın hangi bölgede kullanılsa daha yararlı olur diye düşünmeme rağmen etkin bir yer bulamadım ben. Bu anlamda görüşlerinizi  bekliyorum. Ama eli belinde oynayan, top yakınında değilse seyreden bir oyuncunun, sağ bek olma ihtimali yok. Çünkü top yakınında değilse, sağdan bindrimeler yapman ve buna hazırlıklı olman lazım. Bindirme yaparken de o hattan kaçan rakibini, kontrol altında tutmalı, bir gözün orada olmalı. Ofansif forvet desek, şimdi oyunun kilitlendiği anlarda, Barış'ın nasıl bir pas atabileceğini, oyunu açabileceğini,  alan boşaltabileceğini düşünüyorsunuz? Savunması zaten olmadığından B2B olayını konuşmuyorum bile. Bu anlamda ben Barış'ın yerinde olsam, sabah - akşam Forvet eğitimi alırdım. Fiziki yapısı oldukça güçlü, kafa toplarını  ve tek vuruşlarını güçlendirirse, ortalama bir golcü olabilir. Tabii bütün bunları başka bir takımda yapması dileklerimi tekrar sunuyorum.


     Galatasaray'ın 2. BAM'ı olan Baros-Arda-Misimoviç konusuna başka bir yazıda gireceğim. Öncelikle çıplak gözle bu üçlünün uyumunu görmek, farazi konulardan ziyade, gerçekleri ve olmaya çalışılanı anlatmak daha iyi olacaktır. 1.BAM içinse, sık sık gündemimize gelecek diye düşünüyorum. Yönetim bir DMC alternatifi ve/veya B2B al(a)madığı için belki bu sene gene stres yaşayacağız. Belki de  aşama kaydeden oyuncular görürüz. Bam'a Musa katılır.